9 Haziran 2013 Pazar

"Toplumsal Düzensizlik Yayılıyor" - The Economist

3 Haziran 2013 


Son günlerde İstanbul, Ankara ve diğer şehirleri karıştıran protestolar, bütünüyle beklenmedikti; fakat bu protestolar, yıllardır yaratılan bastırılmışlığın, öfkenin ve güçsüzleştirilmenin tepkisiydi. Çok çeşitli – ve hiçbir şekilde bütünleşmemiş—Türk toplumunun enine kesidi; ayrılıkçı ama çok başarılı bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi sürüklendiği yöne giderek daha fazla öfkelenmekte. Protestoların boyutu eninde sonunda azalacak; fakat uzun süreli bir toplumsal düzensizlik ihtimali bir hayli yüksek.

Türk toplumundaki kutuplaşma genel olarak, Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) dini muhafazakarlığı ve peş peşe üç genel seçimde kendisine yenilen partilerin laiklik ilkeleri arasındaki çatışma olarak anlaşılmaktaydı. Fakat; alkol satışını kısıtlayan ve alkol reklamının yapılmasını yasaklayan yasal değişiklerden kısa süre sonra patlak veren bu protestoların ardında, bunun ötesine geçen önemli bir unsur var: Erdoğan göreve geldiğinden beri devam eden, Türkiye’nin halihazırda hassas olan toplumsal yapısını sürekli olarak yıpratan durum, protestocuları ateşleyen unsur oldu.

Sınır tanımayan tüketim anlayışı

Buradaki endişelerden biri, hükümetin acımasız tüketim anlayışı ve özellikle İstanbul’daki kentsel gelişim hamleleri. Bu hamlelerin bazıları gerekliydi ve kentin son yıllardaki hızlı büyümesini karşılayabilmek adına geç kalmış atılımlardı; fakat bu gelişmeler, yaşam standartları dikkate alınmadan ve hiçbir planlama olmaksızın, ve adeta kapitalizmin bayağı bir esintisi olarak ortaya çıktı. Bu nedenle, İstanbul’un kalbindeki az sayıda yeşil alandan biri ve yerine yeni bir alışveriş merkezi yapılmak üzere tahrip edilmesi planlanan Gezi Parkı, protestoların başlangıç noktası oldu. Bundan başka Erdoğan, İstanbul’un nispeten bozulmamış kuzey bölgesinin imara açılmasına sebep olacak üçünçü boğaz köprüsünün de temelini attı.

Erdoğan tipi demokrasi

Protestolara dayanak oluşturan esas kaygı, Erdoğan’ın yönetim şekli. Her zaman atılgan, karizmatik ve hırslı bir politikacı olan Erdoğan, yıllar geçtikçe – 2003’te başbakan olduktan sonra – muhaliflerine karşı, giderek artan bir şekilde rahatsız edici ve dışlayıcı bir tutum segilemeye başladı. Türkiye’de zayıf köklere sahip olan demokrasi – geçmişteki seküler hükümetlerin ve askeri müdehalelerin mirası – Erdoğan tarafından kendi avantajına döndürmek üzere kullanıldı. Demokrasiyi, seçimlerde galip geldikten sonra, kendi çıkarlarına göre hareket etmek şeklinde tanımladı ve protestolara cevaben yaptığı konuşmalarda, son seçimlerde çoğunluğu kazandığına dikkat çekerek, Gezi Parkı’nı imara açmak için kaybedenlerin iznini almasına gerek olmadığını söyledi. Bunun üzerine, Abdullah Gül, 2007’de cumhurbaşkanı olana kadar parti başkan vekilliği yapan AKP’nin eş kurucusu, demokrasinin yalnızca seçimlerle ilgili olmadığı uyarısında bulundu.
Protestolara verilen tavizsiz cevap, Erdoğan’ın standartlarında dahi olağandışıydı. Polisin gaddarlığı ise olayların başından sonuna kadar aşırı boyutlarda devam etti: Göz yaşartıcı gaz ve biber gazı neredeyse devamlı olarak kullanıldı. Kör olan gözler de dahil olmak üzere çok sayıda yaralanmanın, biber gazı tenekelerinin kasten protestoculara ateşlenmesi sonucu meydana geldiği ileri sürüldü. Müdahelelerin ulaştığı en aşağı nokta ise, gaz bombalarının aynı gaza maruz kalan insanların tedavi edildiği bir hastaneneye fırlatılmasıydı. Daha az şaşırtıcı olanı, Erdoğan’ı ve iktidar partisini kızdırma endişesi taşıdığı görülen Türk medyasının başlangıçta protestoları gizleme konusundaki tereddütüydü. Kovuşturma ve işten çıkarılma korkusunun, birçok Türk editörü ve gazetecisini, hükümet kararları ile ilgili otosansür uygulamaya alıştırdığı görüldü.
Arap Baharı” benzetmesi yapıcı değil
Türkiye’de şu günlerde olanlar ve Orta Doğu’daki “Arap Baharı” ayaklanmaları arasında paralellik kurmaya sık sık teşebbüs edildi; ancak bu mukayeseler göründüğünden daha muallakta. Bazı protestocuların sloganlarına rağmen, Erdoğan bir diktatör değil ve Türkiye’deki birçok probleme rağmen Türkiye bir polis devleti değil. Protestoculara verilen cevabın her şeyi öncekinden çok daha kötü bir hale getirdiği söylenmekte. Uzun zamandır kutuplaşmakta olan Türkiye’deki siyasi kültür, şimdi, hiç olmadığı kadar zehir saçıyor. Erdoğan, atabileceği nispeten daha basit ve düşük maliyetli, uzlaşımcı adımlar ile tansiyonu düşürebilir ve protestoların ivmesini azaltabilirdi; fakat bunun yerine, her fırsatta çatışmayı arttırdı.
Parlamentoda güvenilir muhalefet isteniyor

Sağlıklı bir demokraside muhalefet partileri, Erdoğan’ın ve AKP’sinin şimdiye dek yarattığı düş kırıklığından istifade ederdi; fakat büyük bir kısmı 2001’deki genel seçimlerde yok edildiğinden beri Türkiye’nin muhalefeti son derece etkisiz. Bunca protestocunun – oy sandığını etkileyemedikleri için yoksayılanların – sokaklara çıkmasının esas sebebi güvenilir bir muhalefetin eksikliği. Bu durum, protestolarının sonucunun ne olacağı ile ilgili soruları da yükseltiyor. Siyasi bir değişikliğe yol açacak hiçbir parti olmadığı için polis müdahalesi nedeniyle köpüren öfkenin ortaya ne çıkaracağı belirsiz. Protestoların boyutu eninde sonunda azalacak; fakat uzun süreli bir toplumsal düzensizlik ihtimali bir hayli yüksek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder