3 Haziran 2013
Son
günlerde İstanbul, Ankara ve diğer şehirleri karıştıran
protestolar, bütünüyle beklenmedikti; fakat bu protestolar,
yıllardır yaratılan bastırılmışlığın, öfkenin ve
güçsüzleştirilmenin tepkisiydi. Çok çeşitli – ve hiçbir
şekilde bütünleşmemiş—Türk toplumunun enine kesidi; ayrılıkçı
ama çok başarılı bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
ülkeyi sürüklendiği yöne giderek daha fazla öfkelenmekte.
Protestoların
boyutu eninde sonunda azalacak; fakat
uzun süreli bir toplumsal düzensizlik ihtimali bir
hayli yüksek.
Türk
toplumundaki kutuplaşma genel olarak, Erdoğan’ın Adalet ve
Kalkınma Partisi’nin (AKP) dini muhafazakarlığı ve peş peşe
üç genel seçimde kendisine yenilen partilerin laiklik ilkeleri
arasındaki çatışma olarak anlaşılmaktaydı. Fakat; alkol
satışını kısıtlayan ve alkol reklamının yapılmasını
yasaklayan yasal değişiklerden kısa süre sonra patlak veren bu
protestoların ardında, bunun ötesine geçen önemli bir unsur var:
Erdoğan göreve geldiğinden beri devam eden, Türkiye’nin
halihazırda hassas olan toplumsal yapısını sürekli olarak
yıpratan durum, protestocuları ateşleyen unsur oldu.
Sınır
tanımayan tüketim anlayışı
Buradaki
endişelerden biri, hükümetin acımasız tüketim anlayışı ve
özellikle İstanbul’daki kentsel gelişim hamleleri. Bu hamlelerin
bazıları gerekliydi ve kentin son yıllardaki hızlı büyümesini
karşılayabilmek adına geç kalmış atılımlardı; fakat bu
gelişmeler, yaşam standartları dikkate alınmadan ve hiçbir
planlama olmaksızın, ve adeta kapitalizmin bayağı bir esintisi
olarak ortaya çıktı. Bu nedenle, İstanbul’un kalbindeki az
sayıda yeşil alandan biri ve yerine yeni bir alışveriş merkezi
yapılmak üzere tahrip edilmesi planlanan Gezi Parkı, protestoların
başlangıç noktası oldu. Bundan başka Erdoğan, İstanbul’un
nispeten bozulmamış kuzey bölgesinin imara açılmasına sebep
olacak üçünçü boğaz köprüsünün de temelini attı.
Erdoğan
tipi demokrasi
Protestolara
dayanak oluşturan esas kaygı, Erdoğan’ın yönetim şekli. Her
zaman atılgan, karizmatik ve hırslı bir politikacı olan Erdoğan,
yıllar geçtikçe – 2003’te başbakan olduktan sonra –
muhaliflerine karşı, giderek artan bir şekilde rahatsız edici ve
dışlayıcı bir tutum segilemeye başladı. Türkiye’de zayıf
köklere sahip olan demokrasi – geçmişteki seküler hükümetlerin
ve askeri müdehalelerin mirası – Erdoğan tarafından kendi
avantajına döndürmek üzere kullanıldı. Demokrasiyi, seçimlerde
galip geldikten sonra, kendi çıkarlarına göre hareket etmek
şeklinde tanımladı ve protestolara cevaben yaptığı
konuşmalarda, son seçimlerde çoğunluğu kazandığına dikkat
çekerek, Gezi Parkı’nı imara açmak için kaybedenlerin iznini
almasına gerek olmadığını söyledi. Bunun üzerine, Abdullah
Gül, 2007’de cumhurbaşkanı olana kadar parti başkan vekilliği
yapan AKP’nin eş kurucusu, demokrasinin yalnızca seçimlerle
ilgili olmadığı uyarısında bulundu.
Protestolara
verilen tavizsiz cevap, Erdoğan’ın standartlarında dahi
olağandışıydı. Polisin gaddarlığı ise olayların başından
sonuna kadar aşırı boyutlarda devam etti: Göz yaşartıcı gaz ve
biber gazı neredeyse devamlı olarak kullanıldı. Kör olan gözler
de dahil olmak üzere çok sayıda yaralanmanın, biber gazı
tenekelerinin kasten protestoculara ateşlenmesi sonucu meydana
geldiği ileri sürüldü. Müdahelelerin ulaştığı en aşağı
nokta ise, gaz bombalarının aynı gaza maruz kalan insanların
tedavi edildiği bir hastaneneye fırlatılmasıydı. Daha az
şaşırtıcı olanı, Erdoğan’ı ve iktidar partisini kızdırma
endişesi taşıdığı görülen Türk medyasının başlangıçta
protestoları gizleme konusundaki tereddütüydü. Kovuşturma ve
işten çıkarılma korkusunun, birçok Türk editörü ve
gazetecisini, hükümet kararları ile ilgili otosansür uygulamaya
alıştırdığı görüldü.
“Arap
Baharı” benzetmesi yapıcı değil
Türkiye’de
şu günlerde olanlar ve Orta Doğu’daki “Arap Baharı”
ayaklanmaları arasında paralellik kurmaya sık sık teşebbüs
edildi; ancak bu mukayeseler göründüğünden daha muallakta. Bazı
protestocuların sloganlarına rağmen, Erdoğan bir diktatör değil
ve Türkiye’deki birçok probleme rağmen Türkiye bir polis
devleti değil. Protestoculara verilen cevabın her şeyi öncekinden
çok daha kötü bir hale getirdiği söylenmekte. Uzun zamandır
kutuplaşmakta olan Türkiye’deki siyasi kültür, şimdi, hiç
olmadığı kadar zehir saçıyor. Erdoğan, atabileceği nispeten
daha basit ve düşük maliyetli, uzlaşımcı adımlar ile tansiyonu
düşürebilir ve protestoların ivmesini azaltabilirdi; fakat bunun
yerine, her fırsatta çatışmayı arttırdı.
Parlamentoda
güvenilir muhalefet isteniyor
Sağlıklı
bir demokraside muhalefet partileri, Erdoğan’ın ve AKP’sinin
şimdiye dek yarattığı düş kırıklığından istifade ederdi;
fakat büyük bir kısmı 2001’deki genel seçimlerde yok
edildiğinden beri Türkiye’nin muhalefeti son derece etkisiz.
Bunca protestocunun – oy sandığını etkileyemedikleri için
yoksayılanların – sokaklara çıkmasının esas sebebi güvenilir
bir muhalefetin eksikliği. Bu durum, protestolarının sonucunun ne
olacağı ile ilgili soruları da yükseltiyor. Siyasi bir
değişikliğe yol açacak hiçbir parti olmadığı için polis
müdahalesi nedeniyle köpüren öfkenin ortaya ne çıkaracağı
belirsiz. Protestoların boyutu eninde sonunda
azalacak; fakat uzun süreli bir toplumsal düzensizlik ihtimali bir
hayli yüksek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder